16 Eylül 2010 Perşembe

ROMAN

Havada kaçak kömür isinin geniz yakan dumanı doğmaya çalışan kış güneşine müsaade etmezken, Suna, sabahin 05:30'unda ciktigi otobanda yol alan arabasinin uzerinde birikmiş, kirli çiseleyen yağmur suyunu silmeye uğraşarak görüş kazanmaya çalışıyordu. Bütün gece uyuyamamış ve yaşadığı, ama gerçekte ona sorsalar, yaşamak isteyip istemediğine bir türlü karar veremediği o haftayı düşünüyordu.


Bir ay öncesi:

“Türk Hava Yollarının NewYork'dan kalkan NY512 sefer sayılı uçağı piste indi.”
‘Geldi nihayet’ dedi yankılanan anonsu duyan genç kadın. Gözlerini kısarak sigarasından son bir derin nefes çekti, kucağındaki pardesüsünü koluna katladı ve oturduğu metal bankdan kalktı.
Gelen yolcu katina dogru yürürken heyecandan ici icine sığmıyordu. 8 ay olmuştu, 8 koca ay. Topuklu ayakkabısı ile koştururken defalarca sendeledi ama bir an bile yavaşlamadı.

Pasaport kontrolünden geçenler teker teker görünmeye başlamışlardı kapıda.
Çok uzun zamandır eğitimleri bitip de dönen çocuklarına kavuşmayı bekledikleri, özlemle süzülen yaşların ıslattığı gözlerinden okunan anneler, gururla göğüslerini kabartıp, kollarını tüm sevgilerini çocuklarına boşaltacakmış gibi kucakları açık bekleyen babalar...
‘...ve bir de benim gibi henüz sıfatı bile belli olmayan biri veya birileri ?!’ diye iç geçirdi genç kadın.

“Bir zengin köpeğin metresi mi olacaksın? Kendine gel aptal!” diye bağırmıştı ablası bir defasında. Her zamanki gibi ayaklar altına alınmış gururuyla evine sığındığı bir haftasonu. Ne zaman hüsrana uğrasa ablasına koşuyordu. ‘Ama bu defa hüsran yok’ diye düşündü. ‘Güçlü ol Suna, güçlü ol. Az kaldı nasıl olsa.’ Mırıldanmaları artık kendi kendine konuşmaya dönüştü, parmaklarının ucunda boyunu uzatmaya çalışarak gelen yolculara bakarken. “Aylardır bekliyorsun, iki dakika daha bekle.”

İki dakika... İki koca dakika... Evrenin yedi günde yaratıldığı zaman dilimi içinde iki koskocaman dakika...

Bir an sendeledi, bir yandan kendi kendine konuşurken bir yandan da yolcusunu görebilmek, o’nun da kendisini görebilmesini sağlayabilmek için uğraşırken, gözü karardı; kontrolsüzce  yere doğru kaydığını hissediyordu, tam iki güçlü el kendisini kavradığında artık herşey bulanıklaşmış, sesler kulağında birer uğultuya dönüşmüştü bile.

Gözlerini açtığında, zihninde emeklemeye başlayan  ilk bilinç kırıntılarıyla birlikte havanın kararmış olduğunu farketti. Bu farkediş zaman ve mekanla bütün bağını oluşturuyordu. Yarı kapalı gözlerine yansıyan izlenimlerden bir hastane odasında olduğu kolayca anlaşılıyordu fakat buraya nasıl gelmiş olduğu ve ne zamandır burada yatmakta olduğu hakkında bir fikri yoktu. Sırtında gözlerini açtığından beri kendisini rahatsız eden karıncalanma, boynunda keskin bir bıçak gibi batan sancı uzun zamandır yatmakta olduğu fikrine kapılmasına neden oldu ama yine de bildiği sadece hava kararmıştı, hastaneydi ve yalnızdı...

“Başım…Başım çatlıyor ağrıdan”. Düşündükçe ağrısı daha da artıyordu. “Ne kadar salağım” dedi. Kendisine olan kızgınlığı öfkeye dönüşüyordu yavaş yavaş. En basit işleri bile mahvedebildiğini düşündü. Sabah evden çıkarken merdivenlerde sendelediğinde bileğini burktuğunu hatırladı. “O zaman anlamalıydım günümün ters geçeceğini”. Düşündükçe içini sıkıntı bastı.
Nerede olduğunu çok merak ediyordu. Odada kendisinden başka kimse yoktu ve odanın kapısı kapalıydı. Koridora çıkarsa birilerine rastlayabileceğini düşündü. “Evet” dedi kendi kendine, “kalkmalıyım”. Yataktan kalkmak için yavaşça doğrulmaya çalıştı… Birden kalbi panik içerisinde hızla çarpmaya başladı. Kıpırdayamıyordu.

Tekrar gözleri hafifçe karardı, kendini yatağın üzerine bıraktı ve derin bir nefes alıp kalbinin çırpınışını dindirmeye uğraştı.
Gözlerini tekrar açabildiğinde ise hayatında ilk kez gördüğüne yemin edebileceği birinin usulca üzerine eğilmiş olduğunu farketti. Omuzlarından, belinden ve bacaklarından bağlanmış olduğunu, tanımadığı bu yeni yüzlü adamın kayışları açmaya çalışmasından anlamıştı.

“Demek sonunda kendinize gelebildiniz.” “Size tam ihtiyacımızın olduğu sırada, bizi çok korkuttunuz.”

Ses tok ve sevecendi ama yüz hala tanıdık gelmiyordu Suna’ya. Koyu gri takımının içinde, 1.85 metre boylarında açık kumral teni çiçek kokuyordu adamın. Derin bir nefes çekti.
O’da, sevdiğini sandığı adamda aynı kokuyu kullanıyordu. Yüzü belki tanıyamamıştı ama bunda asla yanılmazdı.

Bir kez daha kendinden geçti...

En sonunda tamamen kendine gelebilmişti. Baş ağrısı dinmiş, göz kapaklarınının üzerindeki yük hafiflemişti. Yatağından doğruldu, çıplak ayakları üşümüştüler. Ayağa zorla kalkabildi. Adımları yeni doğmuş bir ceylanın dünyadaki ilk adımları gibi kararsız ve güçsüzdü ama başarabilmişti, yürüyordu.

Kapıyı açıp, koridora çıktı. Düşünceleri aklında yumak olmuş, çok ince bir delikten çeke çeke zorla  geçiriliyormuşcasına  yavaştı. Bir hastane odasında olduğunu  sanmıştı, oysa bir evde, camlardan göz bebeklerine yansıyan açık hava altında parlayan uçsuz yeşillikten, bir çiftlik evinde olduğu anlaşılıyordu. Oysa hastaneyi ve teni çiçek kokan adamı çok net hatırlıyordu. Burada ne arayabileceğini düşündü. Korkmuştu, olağandışı bir olayın içine düşmüş olduğunu içgüdüsel olarak hissediyordu. Fazla uzun olmayan koridor boyunca yürüdü, ucundaki kapıya ulaştı. Yürürken kapının kilitli olabileceğini düşünmüştü. Ama kapı kolunu yoklayınca sevinerek yanıldığını farketti. Kapı geniş bir salona üstten bakan merdiven başluğuna açılıyordu. Aşağıda zevkli ve pahalı döşenmiş salon, ortada görkemli şömine, üzerinde çeşitli av hayvanlarının doldurulmuş başlarının asılmış bulunduğu ahşap kaplama duvarlar uzanıyordu. Görünürde kimseler yoktu.

Genç kadın çıplak ve üşümüş ayaklarının usul adımlarıyla merdivenlerden indi. Eşyaların arasından geçerken gözü aynadaki aksine takıldı. Yorgun gözüküyordu, gözleri şişik, saçları dağınıktı. Kısa geceleğinin altından gözüken bacaklarına baktı, yine de iyi gözüküyorum diye aklından geçirdi ama bu düşüncesinin içinde bulunduğu esrarengiz şartlarda makul değerlendirilmeyecek bir aptallık olduğunu hemen fark etti. Giderek telaşlanıyordu, titrek ve çatallaşmış sesiyle bağırdı:

‘Kimse Yok mu ?’


SIRA SİZDE..!
Bu hikayeyi birlikte tamamlayalım. Herkes konuyu belirli bir mantık ve kurgu çerçevesinde dilediği şekilde yürütebilir. Bana göndereceğiniz e-postalar ile, aralarından yapacağım seçimlerle, buraya ekleyerek “roman”I birlikte tamamlayalım; ne dersiniz?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder