18 Mart 2013 Pazartesi

SİNEMA ELEŞTİRİLERİ 2 - KELEBEĞİN RÜYASI


Hatırlarsınız, 1453 için yorumlarım olmuştu... Aslında yalnızca beni olumlu veya olumsuz etkileyen konular üzerine, o da bir şekilde zaman ayırabildiğimde yazıyorum. Bu kez "Kelebeğin Rüyası" üzerine bazı yorumlarım olacak.

Öncelikle, aslında her yerde bulabileceğiniz bazı bilgileri paylaşarak başlayayım:


  • Bir Yılmaz Erdoğan filmi
  • Kıvanç Tatlıtuğ, Mert Fırat, Belçim Bilgin ve Farah Zeynep Abdullah başrollerde
  • İpek Bilgin, Mümtaz Taylan gibi tiyatro ve sanat dünyasına çokça emek vermiş değerli sanatçılar da filmde
Bazı, bence de oldukça ilginç ve beğenime ispat niteliğinde bilgiler de var; onları da paylaşayım:

  • Tarihi Akdeniz Gemisi'nde, tasarım, üretim ve uygulaması Türkiye'de gerçekleştirilen ve kullanılan ilk hareketli kamera sistemi Wirecam kullanılmış
  • Heybeliada'daki çekimler için güneşli bir sonbahar gününde set karlarla kaplanmış
  • Özel efekt çalışmaları için 60 kişilik bir görsel efekt ekibi çalışmış
  • Ekibin başında, Post-Prodüktör ve Süpervizör olarak Murat İzzet Arslan, Görsel Efekt Süpervizörü olarak da Yves Delforge görev almış
  • Hastane idari personeli, tıbbi personel ve hastaların kostüm ve aksesuarları döneme uygun olarak üretilmiş, 250'nin üzerinde yardımcı oyuncu havadan ve denizden gerçekleşen çekimlerde görev almış
  • 7 senedir kapalı olan Heybeliada Sanatoryumu film için yeniden restore edilmiş
  • Çekimler 105 günde tamamlanmış
  • Filmin Zonguldak'ta gerçekleştirilen çekimlerinde kimi zaman yüzlerce figürana çıkan oyuncuların hemen hemen hepsi Zonguldak'ın yerli halkıymış
  • Ayrıca Zonguldak'ın yanı sıra Heybeliada ve Kasımpaşa platosunda toplam 18 haftada gerçekleşen çekimlerde 10 bin figüran rol almış.
Bir önceki film eleştirimde bir sıra izlemiştim, bunda aynı yapıyı korumayacağım önce onu belirtmek isterim. Dolayısıyla kendi içinde istikrarlı bir eleştri yazısı formatından da uzaklaşmış olur, daha içimden geldiği gibi yazabilirim...

Filmin başlangıç sahnesinden bitimine kadar, belki de ilk hareketli wirecam'in kullanılmasından mıdır bilemem ama aslında bir fotoğrafçı olan ve siyah beyaz italyan filmlerinin ödüllü usta görüntü yönetmeni Guiseppe Rotunno'nun işlerine benzettiğim; bu arada burada takılmayıp Ang Lee'nin yönettiği Crouching Tiger Hidden Dragon'daki sahneleri hatırladığım; gerçekten Yılmaz beyi ve filmin görüntü yönetmeni ile efekt yapımcılarını çok çok kutlamak istediğim türden bir film çıkmış ortaya... 

Detayların ustalıkla verildiği ve her bir sahnesi sanki bir fotoğraf karesiymişcesine gözlerimin önünde durağanlaşan sahne kadrajları gerçekten çok başarılıydı.

Konusu, bugüne kadar (en azından benim bildiğim kadarıyla) işlenmemiş bir konu... Gerek sosyal mesaj içeriği, gerekse bir sanat dalının yaşama biçini almış hali ile, filmin geçtiği yıllara ait "Sanatçı ve Yoksulluk", "2. Dünya Savaşı ve Türkiye", "Yoksulluk ve Hastalık", "Yoksul (ve hasta) Adam - Zengin Kız","Dostluk, Saygı, Vefakarlık ve Sadakat" duygu ve kavramları çok başarılı aktarılmış.

Oyunculuğa gelirsek, burada iki kriterle yaklaşacağım filme...
  1. Popüleritesi yüksek kasting kriteri
  2. Popüleritesi göz ardı edilmiş oyunculuk kriteri
İki ile başlayayım: Bence sergilenen oyunculuk oldukça düzeyli, abartısız ve ustacaydı. Kendilerine yaptıkları yatırımları da göz önüne alınca 4 ana karakterin bence artık Türk Sineması'nın yıldızlarından kabul edilmemeleri için hiçbir gerekçe bulunmuyor. Ancak bende oluşan bir duyguyu da aktarmadan edemeyeceğim ki bu da ilk kriterimin izahı olacak: Türkiye'de popüler sanatçı/oyuncu kimliği sanıyorum ki ekonomik kaygıların yenilemediği sinemacılık, dizicilik ve tiyatroculuk gibi görsel ve sahne sanatları alanlarında sıkışmış kalmış durumda.

Özellikle Avrupa ve Amerika sinema endüstrisine bakınca, burada dizi ve sinema oyunculuğu kavramlarının daha belirgin bir ayrışma içinde olduğunu söyleyebiliyoruz; sinema oyuncuları en fazla "guest starring" olarak dizilerde yer alırken, dizilerden beyaz perdeye terfi etmiş oyuncuların ise artık mümkünse terfi ettikleri pozisyonu korumaya çalıştıklarını ve kıdemlendikçe artık onların da birer "guest star" olduklarını görüyoruz.

Tiyatro ise her iki kültürde de (bence) daha elitist ve niş bir sanat kolu.

Bizde durum biraz daha farklı; (okullular için) konservatuar tiyatro ve oyunculuk eğitiminden piyasaya atılanların devlet tiyatrolrında devlet memuru olmak ya da olmamak kaygısıyla başladıkları yaşamları, özel tiyatroya geçersem ne kadar daha kazanabilirim'le devam ederken, ah bir de televizyonda bir dizi projesi yakalasam da kariyerimde daha yükselerek kazancımı arttırsam düşüncesinin alıp yürüdüğü ve en sonunda "yaşasın bir film projesi teklifi aldım" ile bağlanan bir döngünü gerçekliğini sanırım tüm bu yazımı okuyan dostlarım kabul edeceklerdir.

Okullu olmayanlardaysa durum şurada farklılaşıyor; onlar birinci ve ikinci adımı atlayıp bunun yerine, reklam filmlerinde oynadığımda fena kazanmıyorum, hem de yüzüm tanınıyorla başlayıp, yahu reklam filmlerinde fena değilim biraz oyunculuk dersi alsam dizilerde de boy gösteririm le devam ediyor ve finalde okullularla aynı yolda buluşuveriyorlar.

Bu kadar uzun lafı niye ettim, aslında popüler yüzleri ne kadar çok görürsek büründükleri karakterlerden en baskın olanı -ki bu 63 bölüm bir dizinin başrolünü oynayan karakterin sergilediği oyunculuğa atfendir, akılda kalıyor. Eh durum böyle olunca da Kıvanç, yarı Muzaffer Tayyip, yarı Kuzey kalırken, yahu bu çocuk Behlül'ken bayağı kiloluymuş'a kadar gidiyor konu.

Lafın kısası, Kıvanç'ın oyuncuğunun hakkını yukarıda verdiğimi sanıyorum, bununla birlikte ne kadar çok görünürsen ortaya koyduğun sanat o kadar az gerçekten anlaşılır diye bir düşünceye kapıldım filmden sonra... Bunu da diyim istedim.

Sonuca gelirsem; mutlaka gidilmesi gereken bir film bence. Benim puanım 8.9 

Filmden çıktığımda 3 duyguya sahiptim: 
  1. Fotoğraf gibi sahnelerden aldığım haz (Bu fotoğrafa olan merakımdan da geliyor olabilir) 
  2. Hayatı acı yüklü bir şiir gibi yaşamanın ancak bu kadar güzel bir his bıraktırarak anlatılabileceği
  3. Sigarayı bir an önce bırakmanın gerekliliği...

Sağlıcakla kalın.

17 Ekim 2012 Çarşamba

İKİNCİ DURAK

28 yaşında çıktım yola;
hikayeyi daha önce dinlemişler bilir, ilk durağa varmak yedi yılımı aldı.
İnişli çıkışlı, virajlı yokuşlu,
en'gelli sen'gelli geçmişti yolculuk.
Eh, yol arkadaşın da iyi olunca, su gibi akmıştı zaman.
Yaş 35 olunca, vardık birinci durağa.

Kızım Derin'in doğdu o yıl.
Kuvözünde cin gözlerle bakıyordu kestane şekerim;
baba demişti ilk, tabi mama'dan sonra...
Ah yürüdü, vah sürüdü derken
yedi yıl daha geçti farketmeden;
"koca" kız olmuştu Derin'im, ilk durağım...

Aşkımız kocamandı,
ne eve sığıyordu, ne apartmana;
sorsan "gökyüzündeki yıldızlar kadar babacığım";
sorsan "gökyüzünün maviliği, kelimelerin tarifsizliği kadar canım kızım"
diyorduk aşımızı anlatmaya.

Birgün akşam işten eve geldim, yorgun...
Derin odada, kayınvalide koltukta, Beren şaşkın;
"Ne oldu?" dedim, "Neyin var?"
"Otur sen hele" dedi, "bir haberim var!"
"Allah Allah" dedim "ne oldu hanım?"
"Olan oldu"dedi, "hazırlan canım"

Kızım Deniz'in haberini verdi o akşam;
Bilemedim nerede dursam, nereye kaçsam...
"Biz" dedim, "asmadık mı eleği duvara?"
Dedi: "Bilemem onu ama, geldik ikinci durağa!"

Derin'imin 8. yaşında Deniz'im geldi dünyaya;
Esmer şekerim, palmiye ağacım...
Meğer ne büyükmüş bu mutluluk, hatırladığım.

O an aklım kaldı yerinde ama bölündü kalbim ikiye...
Sormayın "olur mu?" diye, oluyormuş;
İnsan aynı kalbe iki aşkı sokuyormuş...

Şimdi Derin'im soruyor: "Babacım beni ne kadar seviyorsun?" diye;
"Gökyüzünün maviliği, kelimelerin tarifsizliği kadar" diyorum.
Sonra tekrar soruyor: "Peki ya kardeşimi?"
"Gecenin karanlığı, ay dedenin aydınlığı kadar" diyorum.

Dayanamıyor, "hangisi daha çok ki?" diyor,
"Nasıl" diyorum "her gün güneş doğuyor ve gökyüzü aydınlanıyor,
sonrasında batıyor ve gece olup ay dede gökyüzünü aydınlatıyor; işte" diyorum:
"Siz benim günümün ve gecemin ışıklarısınız;
sen olmasan günüm doğmaz,
kardeşin olmasa gecem aydınlanmaz..."

Duruyor, yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşiyor, boynuma sarılıyor...
"Babacım" diyor, "aşkım" diyorum...
Deniz'im sıralayarak gelmiş kapının eşiğinden bize bakıyor...
İkisini de kollarıma aldığımda, dünya orada duruveriyor.

Bu seferlik bu yazıda burada bitiyor...
(Kız babalarına ithaf olunur...)


ANLAYACAĞIN


Sanki yeşille mavinin karışımıydı İstanbul,

kırmızıya iki kez mavi çalınmıştı anlayacağın.

Bize aşkın karışması,
tutkunun iki kez çalınmasıydı anlayacağın.

Vazgeçemiyorduk bir türlü;
ne şehirden, ne de birbirimizden...

Karşıya geçme mecburunun vapura binme zorunluluğuydu bizimkisi;
kaçırdın mı pahalıya mal olurdu anlayacağın.

Uyandığımda gördüğün şişiydi gözlerimin, dudaklarımdaki ise sabah çiyinin ıslaklığı...
Öptüğünde, biraz üşüyecektin anlayacağın.

Seninse gözlerinde yeni doğan günün ışıltısı, dudaklarında dalındaki çileğin kokusu;
Öptüğümde ısınacaktım anlayacağın.

Sanki sis altında kalmış çilek dalının çiyle ıslanmasıydı bizimkisi;
yeni doğan günün ışıltısıydı aşkımızı aydınlatan;
mecburuyduk anlayacağın...
...hem şehrin, hem birbirimizin.


22 Şubat 2012 Çarşamba

Sinema Eleştirileri 1 - FETİH 1453 TR

Eveeet yorumlarıma başlıyorum :) 
Öncelikle 3 kategoride eleştireceğim (olumlu veya olumsuz) filmi; 
Bunlardan birincisi CAST yani oyuncu seçimi ve oyunculuk; 
İkincisi KURGU dolayısıyla tarihsellik, süreç ve sahneler; 
Üçüncü ve sonuncu olarak da PRODÜKSİYON yani teknik, dekor, plato vb.
Başlıyorum...



CAST: Nedir abicim o... 

İbrahim Çelikkol'u (Bkz. Karadağlar Dizisi) almışlar kadroya (endoğru seçim bence kadroda), tek tanınan ve prim yapması beklenen star yüzü o, onun dışında emeklerine saygısızlık etmek istemeyeceğim tiyatro emekterları var kadroda ama ne o yaa tiyatro mu oynuyorsunuz, skeç mi çekiyorsunuz... Yapmayın Allah aşkına, 17milyon dolarlık film çekiyorsunuz bari pazarlama kaygısıyla biraz "sinema oyuncusu" ile oluştursaydınız kadroyu; üçüncü sınıf amatör tiyatro topluluğu gibi çıkartmışsınız seyircinin karşısına... 

Dilek Serbest (Era mı Hera mı herneyse; Gümüş dizinden hanımefendiye hatırlatma yapalım), kimdir bu ya? 
- Hasan ölünce soyunu sürdürecek birileri olacak merak etmeyin; kaygısıyla mı konmuş yoksa top ustası babanın top ustası kızı olarak mı çıkıp gelmiş, yoksa da yönetmenin arkadaşıymışta "hadi gel sana da şu rolü verelim, neredeyse Fatih'e yakın rolün olacak" mı demişler anlamadım... Bir "sıfır" oyunculuk da burada... 


Casting ile söylemimi şöyle sonuca bağlayayım: AFERİN İBRAHİM ÇELİKKOL, DURUŞUNU VE EKRAN YÜZÜNÜ BU SİNEMA FİLMİYLE VE BENCE 10 ÜZERİNDEN 7 ALACAK OYUNCULUĞUNLA DESTEKLEYEREK KARİYERİNDE BİR BASAMAK YUKARIYA SIÇRADIN... SENİN İÇİN DOĞRU BİR HAREKET OLMUŞ... TEBRİKLER.

KURGU: Ne, biri kurgu mu dedi? Nerede? 

Yahu tiyatro oyunu olsa bu kadar sahne geçişi olmaz; tamam sinema filminde sahne geçişleri çok daha fazla olduğundan zaten kurgusu bu kadar ön plana çıkar senaryonun ama Fetih 1453'te bu, yer yer skeçlere, yer yer ise parodilere dönmüş... 

Çok samimi söylüyorum tiyatrocu emektarların kişisel performans ve gayretleriyle bile kurtulmuyor çünkü kişisel performansları senaryoda doğru scriptler ve oyunculuk koçluklarıyla şekillendirmez ve bunları da, resmin bütününde doğru renk geçişleriyle kurgulamazsan ortaya aha böyle kısa skeçlerlen oluşmuş sahneler, bağlantısız, anlamsız diyaloglar çıkar... 

Örnek: Era ile Hasan'ı öpüştürecek misin, o zaman "bu nehrin kıyısına inmek nefis bir fikir Hasan" mı dedirtmen lazım; "balık da nefis kokuyor" (bu arada Hasan Era'ya nehir kıyısında Çipura pişiriyor ateşte) diyor Era, "içine defne yaprağı ile bilmemne koydum" diyor Hasan da... Bu mu yani senaryoda "Hasan ile Era'yı Öpüştürelim" sahnesi... 

Kurgu ile ilgili bölümü de şöyle bağlayayım: BIRAKALIM BEYLER, SİNEMACI OLMASAK DA "İZLEYİCİYİZ" BİZ, YAPMAYIN, AYIP OLUYOR...

PRODÜKSİYON: Hah işe, 17milyon doların büyük payının nereye gittiği işte burada belli oluyor!

Ellerinden geldikçe -ki fena da gelmemiş bence burası övülmeye değer- Hollywoodvari bigisayar animasyon ve sahne tasarımları için çalışmışlar ve başarmışlar... 

Belli ki geniş platolar, gündüz ve gece çekimleri için teferruatlı teknik ekipmanlar, o zamanlara ait kostüm ve silahlar için harcanan tedarik ve yapım/üretim paraları, onca figüran... NOT: Bu arada kimi figüranlar oldukça başarılı rol yapmaktaydılar, "attan düşenler hariç". 

Bu bölümde çok eleştireceğim birşey yok, lağımcıların bile kaslarını düşünmüşler ;) 

Bu bölümün nihai cümlesi ise: BU DA BİR TECRÜBEDİR BENCE; BÜTÇENİN ÇOĞUNU TEKNİĞE, PRODÜKSİYONA HARCAYIP CASTING'DEN, SENARISTLERDEN, KURGUDAN KESMEMENİZ GEREKTİĞİNİ DE BÖYLE BÖYLE ÖĞRENİYOR OLACAKSINIZ...

Film hakkındaki son yorumumu da buradan yapıp konuyu kapatayım: Film hakkında sohbet ettiğim tüm arkadaşlarımın yorumlarına katılıyorum; bir sürü detayda sıkıntı vardı evet, söylediklerinizin hepsi doğru evet, bizden önce de onca eleştiri yapan kişilerin söylemleri de doğruydu evet... 

Peki sizce buradan ne sonuç çıkıyor: Bence BU FİLMİN ISMARLAMA, BİRİLERİNİN SİPARİŞİ OLARAK ÇEKİLMİŞ BİR FİLM OLDUĞU sonucu çıkıyor... 

Hepinize hoşçakalın derken, her ne olursa olsun sizin havanız iyi olsun diyerek sözlerimi burada sonlandırıyorum :)))

21 Şubat 2011 Pazartesi

BİR KIZIM VAR BENİM...

1998’in yazında evlendim.
Ruh esim miydi bilmiyorum ama
kesinlikle çocuklarımın annesiydi bunu biliyorum;
bunu biliyorum
çünkü ona ilk görüşte asık olduğumda anlamıştım.

Daha 22 yasındaydı evlendiğimizde,
ben ise 28...
Birbirimizi doğru düzgün tanımazken,
düğünümüzde aklımdaydı baba olmak;
bilemezdim bu hasretin 7 yıl süreceğini...

Tanrının varlığına şahit olmak için,
bir meleğin yeryüzüne
anne karnından gelişini görmek için,
kuvözde gözlerini açıp
gözlerimin içine, ama ta içine bakıp,
‘sizi seçtim’ dediğini o gözlerde okumak için...
Evet, tam yedi yıl bekledim.

....

Sabahın 6‘sıydı
hastaneye doğru yola koyulmak üzere
evden çıktığımızda.
Esim, epidural sezaryen ile doğum yapacaktı;
saati belliydi,
7’de alacaklardı doğumhaneye;
ben,
sabahın 7’sinde başlayacaktım
sigaraları tüttürmeye,
kapının önünde,
2004’un 23 Aralık’ında,
bir kıs gününün en soğuğunda...

7:40’ı gösterirken saatler
‘geliyor’ dediler...
kapıya çıktım,
camlı bölmenin arkasında
hemşirenin kucağında
kuvöze konmayı bekleyen
küçük, pembe bir bebek;
bir melek...
Gözleri acık,
camdan kendine bakanlara bakıyor;
Sanki gözleri birini arıyor?
Ben, mutluluktan yaslar akarken gözlerimden
meleğin gözleriyle buluşmaya çalışıyorum
camın ardından...
Bakıyorum
bakıyor; aradığı benmişim gibi bakıyor;
bakışlarımız donuyor
krpılmıyor göz kapaklarımız
benimkinden yaslar boşanırken
Onunkiler ‘baba’ diyor.

Ağlamıyor.
Bağırmıyor.
Daha doğalı dakikalar olmuş bu kız bebek
herkesi süzerken,
herkes ağlıyor,
bağırıyor
O, herkese bakarken
Gözleriyle beni bulduğunda
‘baba’ diyor; ‘sizi seçtim, size geldim’...

....

Esimi sedyede getiriyorlar;
Odaya alıyorlar, yatağına yatırıyorlar,
Yanına küçük bir beşik getiriyorlar;
İçi, küçük pembe bir bebekle dolu,
küçük pembe bir beşik...
Bu kez, basını yana çeviriyor
Daha doğalı saat olmamış bu kız çocuğunun
‘anne’ diyor gözleri...

Ağlamıyor,
bağırmıyor;
odadaki gürültüye aldırmaksızın,
sessizce,
mutluluktan ağlayan annesine bakıyor ve
‘anne’ diyor; ‘sizi seçtim, size geldim’...

Tüm seslerin ve kalabalığın ortasında
Esim O’na bakıyor,
Ben O’na bakıyorum,
O bize bakıyor...

 ....

Bugün kızım 6. yasını bitirdi.
İlk okula başladı;
Alttan iki dişi değişti;
Asıkların dudaktan öpüştüklerini öğrendi.

Doğacak kardeşinin
annesinin karnında büyüdüğünü öğrendi;
yalanı;
korkuyu;
düştüğünde canının acıdığını öğrendi.

Arkadaşlığın ne kadar güzel olduğunu,
ödevlerinse ne kadar sıkıcı olduğunu öğrendi...
Kıskanmanın
çok sevmekten olduğunu,
çok sevmenin zarar vermeyeceğini öğrendi;

Öğrenmeye de
daha bir omur boyu devam edecek...

Peki ben ne öğrendim biliyor musunuz dostlar:

Ben önce, ben olmamayı öğrendim;
Benden önce bir kızım olduğunu öğrendim;
Anne ve babamdan, kardeşimden,
sonra esimden ve herkesten çok
insanın çocuğunu sevdiğini öğrendim.
Bir babanın
gerçek ve en saf askı
kızıyla yasadığını öğrendim !
Hastalandığında ne kadar çaresiz hissettiğimi,
Bir kahkahasının hayatıma kattığı mutluluğu öğrendim;
Yalnızca gözlerimin içine bakarken,
içimde bir şeylerin aktığını bilirken,
‘Baba, benim için camdan atlar mısın?’ dese,
Sorgusuz sualsiz hayatımı onun ellerine  verebileceğimi öğrendim.

Tüm bunları öğrenmek için;
Tanrının varlığına şahit olmak için,
bir meleğin yeryüzüne
anne karnından gelişini görmek için,
kuvözde gözlerini açıp
gözlerimin içine, ama ta içine bakıp,
‘sizi seçtim’ dediğini o gözlerde okumak için...
Evet, tam yedi yıl bekledim.

Siz siz olun, bu bekleyişi geciktirmeyin derim.

Sevgiyle kalın.

24 Ocak 2011 Pazartesi

SUYLA OYNAMA

Bazen benim olur…
bir an da “hayat-memat” olurum, herşey üstüme üstüme gelir, kaçasım gelir herşeyden…
Sonra kaçamayışlarım gelir aklıma, kızarım önce kendime,
sonra çaresizliğime, sonra karşıma kim gelirse…

Hani önce isteyerek dalarsın suya,
oyun gelir;
sonra yavaş yavaş dibe doğru inmeye başlarsın, etrafında değişik değişik rekler, balıklar…
Sonra birden karanlık başlar;
ne denizin yüzeyindeki ışığı görebilirsin ne de etrafındaki renkleri…
Tedirginlik başlar sonra;
tedirginlikle oksijenini doğru kullanamazsın, yetiremezsin ciğerlerine…
Bu kez
karanlığın yanında nefessiz kalmaktan korkarsın;
bu korku var ya  bu korku…
bir anda sağa sola saldırmaya başlarsın…
Yalnız dalmışsan
kimseye zarar vermezsin ama yanında biri varsa
onu da kendinle beraber örseler, batırır, hatta boğarsın…

O yüzden ben yalnız dalarım bazen…
ilk suya neden atladığımı bilmem;
düşmüşümdür birşekilde,
düşmekten korkmam ben…
sonra dibe inerken, o renkler var ya o renkler
nasıl da kendilerine baktırırlar, nasılda peşlerinden sürüklerler…
karanlıktan da korkmam ben…
ama nefessiz kalmak, bak ondan çok korkarım
çırpınırım
çırpınırım…

Birden,
Vurgun yemiş gibi kalırım; sessiz, nefessiz…
Vücudum dinginleşir, zihnim boşalır,
Karanlık gider, renkler gider, yalnızca kabarcıklar
Kabarcıklar çıkmaya başlar burnumdan…
Bir bakmışım kendiliğimden suyun üzerine doğru yükseliyorum
Yükseliyorum
Yükseliyorum… Nefes alabiliyorum artık…



Bazen benim olur… önce düşer, sonra dalarım
Yanımda dalmak istemezler çoğu,
zarar veririm diye korkarak…
ben de istemem dalsınlar benimle çoğu,
zarar veririm diye korkarak…

8 Ekim 2010 Cuma

BİR YAZI

Bir yazı yazacağım sana;
içinde gece olacak
yalnızlık olacak
bir de sen olacaksın.
Gece yalnızlığa bulaşmış olacak
yalnızlık yaldızlı karanlıklara
sen yaldızlı karanlıklarda
bir yıldız olacaksın.
Bir yazı yazacağım sana;
içinde yıldızlara bulanmış
yalnız gecede, sen
parlayacaksın.

Bir yazı yazacağım sana;
içinde gölge olacak
gerçek olacak
ve sen olacaksın.
Gölgeler hayatın kendisi olacak
gerçek gönül renginde kafdağı
sen, kafdağına varmadan
elde ettiğim en güzel
tesadüf olacaksın.

Bir yazı yazacağım sana;
içinde gölgeler kadar gerçek
hayatımın en güzel tesadüfü
"sen" olacaksın.

HALA

Hala anlayamıyorum hayatıma girişini
Bir arayış belki benimkisi
ya da
kocaman bir sevgi saklanmış arkasına...
Ya Nazım haklıysa yaşadıklarında ?
Sevgiye ulaştığında kayboluyorsa büyüsü;
ya ben sıkışmışsam kapanına
gönlü bol sevgilerin ?
Kendimi aldatırken
aldatılanıysam hayatın ?

Söz ağızdan çıkarken ma'na
ele geldiğinde bir sabun köpüğüyse..?
Üfle ve uçuversin mi sonu ?
Havalandığında ışığı kırsın bedeninde
hayran bakarken patlayıversin
birden sönüversin yüreğinde...

Gülsün sana toprak
Hayat bassın kahkahasını;
kim takar ?
Kutlamayı bilirken yenilgiyi
bir zafer edasıyla...

KUZUM

Sana verdiğim bir söz var;
Tutabilmek erdemimken...
tutamazsam şerefsizim !
Peki ya hayat,
heyhat...
Her verdiği sözden döndüğünde ?

Yaşamım tek iken akar,
bu yaşam benim iken
"ak" dersem erdemimdir...
"dur" dersem şerefsizim !

BEYAZIN İÇİNDE SARININ GİZEMİ SAKLI

Bir gelincik tarlasıydı yaşamım
kırmızılarla bezenmiş.
Güneş doğduğunda turuncuya kaçan
ve gecenin gelişiyle
ay'ın doğuşunu arzulayan, kara...

Varlığın bir papatya tarlamda
özüne davetkar, sarısını saran
duru ve saf beyazıyla
Ve yeniden doğarken güneş
tarlam dönerken turuncuya
o yine özüyle sarı, saflığıyla beyaz

Ben korkarım gecenin karasından

O yine sarı, o yine beyaz...

YAKIŞIR

Sana yakışır
Güneşin turuncusu, kar'ın
beyazı;
Yalınayak koşarken,
altında ezilmek tarlasında
gelinciklerin;
Açarken goncasında gülün
saldığı kokusu...
senin yakışır
pembesine teninin.

Yakışanı kalır üzerinde
her dem'i hayatın
ve hayatın da
aşkla dolusu
sana yakışır...

16 Eylül 2010 Perşembe

ROMAN

Havada kaçak kömür isinin geniz yakan dumanı doğmaya çalışan kış güneşine müsaade etmezken, Suna, sabahin 05:30'unda ciktigi otobanda yol alan arabasinin uzerinde birikmiş, kirli çiseleyen yağmur suyunu silmeye uğraşarak görüş kazanmaya çalışıyordu. Bütün gece uyuyamamış ve yaşadığı, ama gerçekte ona sorsalar, yaşamak isteyip istemediğine bir türlü karar veremediği o haftayı düşünüyordu.


Bir ay öncesi:

“Türk Hava Yollarının NewYork'dan kalkan NY512 sefer sayılı uçağı piste indi.”
‘Geldi nihayet’ dedi yankılanan anonsu duyan genç kadın. Gözlerini kısarak sigarasından son bir derin nefes çekti, kucağındaki pardesüsünü koluna katladı ve oturduğu metal bankdan kalktı.
Gelen yolcu katina dogru yürürken heyecandan ici icine sığmıyordu. 8 ay olmuştu, 8 koca ay. Topuklu ayakkabısı ile koştururken defalarca sendeledi ama bir an bile yavaşlamadı.

Pasaport kontrolünden geçenler teker teker görünmeye başlamışlardı kapıda.
Çok uzun zamandır eğitimleri bitip de dönen çocuklarına kavuşmayı bekledikleri, özlemle süzülen yaşların ıslattığı gözlerinden okunan anneler, gururla göğüslerini kabartıp, kollarını tüm sevgilerini çocuklarına boşaltacakmış gibi kucakları açık bekleyen babalar...
‘...ve bir de benim gibi henüz sıfatı bile belli olmayan biri veya birileri ?!’ diye iç geçirdi genç kadın.

“Bir zengin köpeğin metresi mi olacaksın? Kendine gel aptal!” diye bağırmıştı ablası bir defasında. Her zamanki gibi ayaklar altına alınmış gururuyla evine sığındığı bir haftasonu. Ne zaman hüsrana uğrasa ablasına koşuyordu. ‘Ama bu defa hüsran yok’ diye düşündü. ‘Güçlü ol Suna, güçlü ol. Az kaldı nasıl olsa.’ Mırıldanmaları artık kendi kendine konuşmaya dönüştü, parmaklarının ucunda boyunu uzatmaya çalışarak gelen yolculara bakarken. “Aylardır bekliyorsun, iki dakika daha bekle.”

İki dakika... İki koca dakika... Evrenin yedi günde yaratıldığı zaman dilimi içinde iki koskocaman dakika...

Bir an sendeledi, bir yandan kendi kendine konuşurken bir yandan da yolcusunu görebilmek, o’nun da kendisini görebilmesini sağlayabilmek için uğraşırken, gözü karardı; kontrolsüzce  yere doğru kaydığını hissediyordu, tam iki güçlü el kendisini kavradığında artık herşey bulanıklaşmış, sesler kulağında birer uğultuya dönüşmüştü bile.

Gözlerini açtığında, zihninde emeklemeye başlayan  ilk bilinç kırıntılarıyla birlikte havanın kararmış olduğunu farketti. Bu farkediş zaman ve mekanla bütün bağını oluşturuyordu. Yarı kapalı gözlerine yansıyan izlenimlerden bir hastane odasında olduğu kolayca anlaşılıyordu fakat buraya nasıl gelmiş olduğu ve ne zamandır burada yatmakta olduğu hakkında bir fikri yoktu. Sırtında gözlerini açtığından beri kendisini rahatsız eden karıncalanma, boynunda keskin bir bıçak gibi batan sancı uzun zamandır yatmakta olduğu fikrine kapılmasına neden oldu ama yine de bildiği sadece hava kararmıştı, hastaneydi ve yalnızdı...

“Başım…Başım çatlıyor ağrıdan”. Düşündükçe ağrısı daha da artıyordu. “Ne kadar salağım” dedi. Kendisine olan kızgınlığı öfkeye dönüşüyordu yavaş yavaş. En basit işleri bile mahvedebildiğini düşündü. Sabah evden çıkarken merdivenlerde sendelediğinde bileğini burktuğunu hatırladı. “O zaman anlamalıydım günümün ters geçeceğini”. Düşündükçe içini sıkıntı bastı.
Nerede olduğunu çok merak ediyordu. Odada kendisinden başka kimse yoktu ve odanın kapısı kapalıydı. Koridora çıkarsa birilerine rastlayabileceğini düşündü. “Evet” dedi kendi kendine, “kalkmalıyım”. Yataktan kalkmak için yavaşça doğrulmaya çalıştı… Birden kalbi panik içerisinde hızla çarpmaya başladı. Kıpırdayamıyordu.

Tekrar gözleri hafifçe karardı, kendini yatağın üzerine bıraktı ve derin bir nefes alıp kalbinin çırpınışını dindirmeye uğraştı.
Gözlerini tekrar açabildiğinde ise hayatında ilk kez gördüğüne yemin edebileceği birinin usulca üzerine eğilmiş olduğunu farketti. Omuzlarından, belinden ve bacaklarından bağlanmış olduğunu, tanımadığı bu yeni yüzlü adamın kayışları açmaya çalışmasından anlamıştı.

“Demek sonunda kendinize gelebildiniz.” “Size tam ihtiyacımızın olduğu sırada, bizi çok korkuttunuz.”

Ses tok ve sevecendi ama yüz hala tanıdık gelmiyordu Suna’ya. Koyu gri takımının içinde, 1.85 metre boylarında açık kumral teni çiçek kokuyordu adamın. Derin bir nefes çekti.
O’da, sevdiğini sandığı adamda aynı kokuyu kullanıyordu. Yüzü belki tanıyamamıştı ama bunda asla yanılmazdı.

Bir kez daha kendinden geçti...

En sonunda tamamen kendine gelebilmişti. Baş ağrısı dinmiş, göz kapaklarınının üzerindeki yük hafiflemişti. Yatağından doğruldu, çıplak ayakları üşümüştüler. Ayağa zorla kalkabildi. Adımları yeni doğmuş bir ceylanın dünyadaki ilk adımları gibi kararsız ve güçsüzdü ama başarabilmişti, yürüyordu.

Kapıyı açıp, koridora çıktı. Düşünceleri aklında yumak olmuş, çok ince bir delikten çeke çeke zorla  geçiriliyormuşcasına  yavaştı. Bir hastane odasında olduğunu  sanmıştı, oysa bir evde, camlardan göz bebeklerine yansıyan açık hava altında parlayan uçsuz yeşillikten, bir çiftlik evinde olduğu anlaşılıyordu. Oysa hastaneyi ve teni çiçek kokan adamı çok net hatırlıyordu. Burada ne arayabileceğini düşündü. Korkmuştu, olağandışı bir olayın içine düşmüş olduğunu içgüdüsel olarak hissediyordu. Fazla uzun olmayan koridor boyunca yürüdü, ucundaki kapıya ulaştı. Yürürken kapının kilitli olabileceğini düşünmüştü. Ama kapı kolunu yoklayınca sevinerek yanıldığını farketti. Kapı geniş bir salona üstten bakan merdiven başluğuna açılıyordu. Aşağıda zevkli ve pahalı döşenmiş salon, ortada görkemli şömine, üzerinde çeşitli av hayvanlarının doldurulmuş başlarının asılmış bulunduğu ahşap kaplama duvarlar uzanıyordu. Görünürde kimseler yoktu.

Genç kadın çıplak ve üşümüş ayaklarının usul adımlarıyla merdivenlerden indi. Eşyaların arasından geçerken gözü aynadaki aksine takıldı. Yorgun gözüküyordu, gözleri şişik, saçları dağınıktı. Kısa geceleğinin altından gözüken bacaklarına baktı, yine de iyi gözüküyorum diye aklından geçirdi ama bu düşüncesinin içinde bulunduğu esrarengiz şartlarda makul değerlendirilmeyecek bir aptallık olduğunu hemen fark etti. Giderek telaşlanıyordu, titrek ve çatallaşmış sesiyle bağırdı:

‘Kimse Yok mu ?’


SIRA SİZDE..!
Bu hikayeyi birlikte tamamlayalım. Herkes konuyu belirli bir mantık ve kurgu çerçevesinde dilediği şekilde yürütebilir. Bana göndereceğiniz e-postalar ile, aralarından yapacağım seçimlerle, buraya ekleyerek “roman”I birlikte tamamlayalım; ne dersiniz?